Pazar, Kasım 24

Amerika Birleşik Devletleri 1776 yılında ilan etti Bağımsızlık Bildirgesi’nde kuruluş ilkesini. İnsanların doğuştan gelen haklara sahip olduğu ve bu hakların devlet tarafından korunması gerektiği fikri açıkça belirtildi. Yönetimin meşruiyetinin halkın iradesine dayandığı tekrar tekrar vurgulandı. Anayasada her bireyin hukuk önünde eşit olduğuna dikkat çekildi. Tabi yıllarca siyahilerin köle olarak çalıştırılması göz ardı edilerek…

“Özgürlük, bir halkın kendi kaderini tayin etme hakkıdır” dedi 16. Başkan Abraham Lincoln.. Özgürlüğün bir miras olmadığı ve her neslin savunması gereken bir görev olduğu savunuldu J.F. Kennedy tarafından. Söylemler elbette insanın kulağına hoş geliyor. Fakat eylemlere bakıldığında, özellikle dış politikada Amerikan demokrasisi bir dayatmaya dönüşmüş durumda.

KİM BU NEOCONLAR? 

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünyada dengeler değişti. Naziler mağlup edildi, Japonlar atom bombalarıyla yenildi. Yeni dünya düzeni şekillenmeye başladı. Süpergüç olma yolunda ilerleyen ABD, Avrupa ülkelerini yanına aldı. Hem düşünsel hem ekonomik hem de askeri anlamda bu hükümetlere ciddi yatırımlar yaptı. Karşısındaysa bir başka yükselen güç Sovyetler Birliği vardı.

Var oluşunu emperyalizm karşıtlığı fikriyle üreten Sovyetler yıllar içinde birçok ülkeyi işgal etti ve Avrupa’ya dayandı.

Neocon yani yeni muhafazakarlık görüşünün temelleri Soğuk Savaş ortamında, 1960’larda atıldı.. Irving Kristol, Paul Wolfowitz, Richard Perle gibi isimler diğer ülkelerde de demokrasinin uygulanması için güç kullanılması fikrine sıcak baktı.

Ronald Reagan’ın başkanlığı sırasında da bu fikirler etkisini Amerikan dış politikası üzerinde etkisini artırdı. Neoconların zirve yaptığı dönemse 2000’li yıllarda oldu. George W. Bush yönetimi dünyaya parmak sallamaya başladı. “Demokratik olarak hareket etmek zorundasınız” mesajı verildi.

Diğer ülkelerin halklarının ne düşündüğünden ziyade, o milletlerin zulüm içinde yaşadıkları tekrarlandı.

Sonra ne mi oldu?  Bildiğiniz üzere Irak işgal edildi.  “Arap Baharı” desteklendi. Türkiye de dahil olmak üzere birçok ülkeye ekonomik yaptırımlar uygulandı. Peki neden? Sözde Amerikan demokrasisine uygun bir yönetim şekline sahip olunmadığı için.

Kısa bir süre sonra da Birleşik Devletler’in Avrupalı müttefikleri benzer bir yol tuttu. Kuran-ı Kerim yakılması kutsal değerlere hakaret sayılmadı, ifade özgürlüğü olarak kabul edildi. Bir o kadar yanlış olan Tevrat’a saldırıysa Yahudi Düşmanlığı olarak ele alınıp cezalandırmalar yapıldı. Bir yandan demokratik olmadığı için Libya’ya, Kuzey Kore’ye ve birçok ülkeye uluslararası yaptırımlar gerçekleştirildi. Öte yandan Afganistan’ın bombalanması sırasında hayatını kaybedenler hiçe sayıldı.

KONU DEMOKRATİK SİSTEMİN ÇARPITILMASI

Rusya, İran, Kuzey Kore, Çin, Libya, Suriye, Irak ve Batı “standartlarına” uymayan birçok ülke… Konu bu ülkelerin yönetim biçimlerinin doğruluğu ya da yanlışlığı değil. Buna karar verecek olan kendi halklarıdır. Ancak dışarıdan müdahale hakkına sahip olduğunu düşünmek Amerikan demokrasisinin en büyük çelişkisi durumunda…

Yönetim biçimi, ticari ve siyasi bağların iyi olduğu ülkeler için de pek önemli değil aslında. Körfez ülkelerine bakarsanız ne demek istediğimi anlayacaksınız. Hiçbirinde demokrasi yok, monarşi hakim. Sonuç? Ne Amerikalılar tarafından bir yaptırım var ne de Avrupa devletlerinden.. Olması gereken zaten bu mu? Elbette. Demokratik bakış açısına göre, halklar kendi kararlarını alır ve nasıl yönetilmek istediklerini belirleme haklarına da sahiplerdir. Tıpkı Amerikan anayasasında yazdığı gibi…

ULUSLARARASI SİSTEMDE ADALET ANLAYIŞI BUGÜN BULANMADI

1945’te uluslararası barış ve güvenliği sağlamak için kurulan Birleşmiş Milletler ciddi bir krizde. İsrail’in Gazze’ye ve Lübnan’a yönelik saldırıları, Rusya-Ukrayna Savaşı, ABD’nin Orta Doğu’da başlattığı savaşlar, Suriye’de yaşanan iç savaşta hayatını kaybeden siviller ve yüzbinlerce kişinin yurdundan edilmesi…

Sadece yakın tarihteki krizler bunlar. Çatışmaların barışçıl yollarla çözülmesi için bir araya gelen 193 ülkeden yalnızca beşinin veto hakkı bulunuyor. Oysa demokratik yaklaşım, Somali’yle Çin’i, Yunanistan’la Bangladeş’i aynı haklara sahip olarak tanımakla başlar. Merkezi New York’ta, “demokrasinin beşiğinde” bulunan bir örgütün, beş ülkeyi diğerlerinden ayrı tutması ne büyük çelişkidir.

Sonuç olarak ABD ve Batılı müttefikleri dünya ülkelerine nasıl yönetilmeleri gerektiğini tekrarlamaktan önce; daha adil bir temsil sistemi ve akan kanın durması için ciddi adımlar atılması noktasında etkin olmak zorundadır. Bu durum kuşkusuz insan haklarına saygının özünü oluşturur. Uluslararası sistemdeki adaletsizlik yalnızca eleştirilmekle kalmamalı, yeni bir temsil modeli üzerinde süratle çalışmalar başlatılmalıdır.

Paylaşmak
Exit mobile version