Anadolu topraklarının her bir katmanı ve bu katmanlarda gün yüzüne çıkarılan her bir eser sizi tarihin en kadim sayfalarına götürür.
Burada inançlar, kültürler, diller ve renkler iç içe geçmiş, hepsi birbirine eklemlenmiş, insanlığın ortak hafızası Anadolu’da şekillenmiştir.
10 asırdır Türk-İslam medeniyetinin en nadide eserleriyle nakış nakış süslenen Anadolu, insanlığın tüm serencamını yansıtan bir açık hava müzesi.
Türkiye’nin bu zengin ve köklü mirası arkeolojik çalışmalarla ön plana çıkarılmaya çalışılıyor. Bu çalışmalarla Anadolu’daki hazineleri ortaya çıkarmak, belgelemek, ihtimamla korumak ve yeni nesillere en güzel şekilde bırakmak son derece önemli.
Tarihi eserlerin korunması kanuni zemine taşındı
Bu anlamda ilk çalışmalar Sultan Abdülmecid döneminde yapıldı ve eski medeniyetlere ait eserler bir servet olarak görülerek muhafaza altına alındı. Takip eden süreçte 19. yüzyılın son çeyreğinde ise Asar-ı Atika nizamnamelerinin yayımlanmasıyla birlikte tarihi eserlerin korunması hususu kanuni bir zemine taşındı.
Sultan Abdülhamid Han’ın izni ve iradesiyle 1891’de açılan, Osman Hamdi Bey ile kurumsallaşmasını tamamlayan Müze-i Hümayun (İstanbul Arkeoloji Müzesi), sadece Osmanlı coğrafyasının değil, Doğu’nun da ilk modern müzesi olarak kayıtlara geçti.
1930’lu yıllarda ise kurulan müzeler, farklı yerlerde başlatılan kazılar ve üniversitelerde açılan arkeoloji kürsüleri bu alandaki bilimsel çalışmaları bir üst noktaya çıkardı. Bugün yıllık 800’e yaklaşan saha çalışmasıyla bu alandaki faaliyetler, hem kapsam hem de içerik itibarıyla çok önemli bir seviyeye ulaştı.
Karada kazı ekipleri, su altında ise dalgıç bilim insanları arkeolojide adeta destan yazıyor. Mağara kazılarından Taştepeler Projesi’ne, höyüklerden klasik dönem kentlerine, Ahlat Selçuklu Meydan Mezarlığı’ndan, Malazgirt Savaş Alanı araştırmalarına uzanan her çalışmayla Anadolu’nun kadim geçmişi farklı yönleriyle ortaya koyuluyor.
Dünyada bir ilk
Son dönemlerde yapılan bu çalışmaların en önemli ayaklarından biri de Türk İslam Arkeolojisi… Yakın zamana kadar geri planda kalan Türk İslam arkeolojisi çalışmalarıyla önce Anadolu’da ardından Türk’ün adım attığı yerlerdeki kültür mirası özenle kayıt altına alınıyor.
İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi’nde (İKÇÜ) 2014 yılında kurulan Türk İslam Arkeolojisi Bölümü, bu alanda dünyada ve Türkiye’de bir ilk niteliği taşıyor. Bölüm, Türk ve İslam kültüründen beslenen yaklaşık 4 bin yıllık tarihi geçmişe sahip olan bir medeniyetin; ortaya çıkışı, yayılışı ve diğer kültürlerle etkileşimi sonucu gelişen birikimi bilimsel yöntemlerle değerlendiriyor.
Bunun yanında kaybolmaya yüz tutmuş değerlerin tekrar gün yüzüne çıkarılmasına katkıda bulunuyor. Bölümdeki akademisyenler ve öğrenciler, Moğolistan, Van ve İzmir’de yapılan kazılarda Türk İslam Arkeolojisinin izlerini sürdürmeye devam ediyor.
“Bütün hedefimiz Türk-İslam dönemine ait eserleri ön plana çıkarmak”
Dünyanın birçok ülkesindeki üniversitelerde İslam Arkeolojisi bölümü olduğunu söyleyen Bölümün Kurucu Başkanı Prof. Dr. Harun Ürer, “Cumhuriyetin erken dönemlerinden itibaren Türk dönemini inceleyen ve araştıran kazı çalışmaları gündeme gelmeye başladı. Aslında 1930’lardan itibaren ilk örneklerini görülmeye başlanan Türk-İslam Arkeolojisine dair çalışmalar daha sonra üniversitelerin Sanat Tarihi bölümlerinde gerçekleştirilen bir faaliyet oldu ülkemizde.
Öncelikle yapılan bu kıymetli çalışmaların ‘Sanat Tarihi Kazısı’ şeklinde tanımlamasından ziyade arkeolojik bir bakış açısıyla ve Arkeoloji tanımlaması içinde yer almasının daha doğru olduğunu ifade ve kabul etmek gerekmektedir. Çünkü yapılan iş ve kullanılan yöntem tam olarak bir arkeoloji faaliyetidir. Tüm bu açıklamalardan sonra aslında denilebilir ki 20. yüzyılda doğan çocuğun ismi 21. yüzyılda koyuldu bir diğer tabirle.” dedi.
İzmir Katip Çelebi Üniversitesi bünyesinde Türk-İslam Arkeolojisi Bölümü’nde lisans ve lisansüstü seviyesinde öğretimin gerçekleştiğini söyleyen Ürer, “Sadece Türk-İslam dönemi ile sınırlı olmayıp arkeolojinin diğer dönemleri ile ilgili dersler de alan öğrencilerimiz farklı dönemleri kıyaslama ve sentezleyerek analiz etme şansına da sahip.” İfadelerini kullandı.
Ürer, “Bütün hedefimiz Türk-İslam dönemine ait bilinci ve kültürü oturtmak, yaşatmak, geliştirmek ve Türk-İslam dönemine ait eserleri ön plana çıkarmak” şeklinde konuştu.
“Türklerin yaşamına dair izlerin üzerine çalışıyoruz”
Bölüm Öğretim Üyesi Prof. Dr. Anıl Yılmaz da Altaylar’da Uygur dönemine ait olan şehir ve kurgan kazılarını sürdürdüklerini ve bunun yanında da Tanrı Dağları coğrafyasında göçer kültürlerin arkeolojik verileri üzerine de çalıştıklarını söyledi.
Yılmaz sözlerini şöyle sürdürdü:
“Van’da özel bir kazı alanımız var. Kayıtlarda var olan ancak bir türlü yeri tespit edilemeyen bir saray yapısından bahsedebiliriz. Bu yapı Asya mimarisinin ve kültür verilerinin Batı’daki üretilmiş son noktasını oluşturması açısından son derece önemli.”
“Antik döneme ait kent meclisi ile Osmanlı bakiyeleri adeta kol kola vermiş”
Ekibiyle birlikte Smryna (İzmir) Agorası’nda geçmiş dönemlerle birlikte Türk-İslam medeniyetinin izlerini süren yine Türk-İslam Arkeolojisi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Akın Ersoy, kazı alanının Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerini yaşadıktan sonra Türk dönemine gelindiğine bir mezarlığına dönüştüğünü ifade etti.
“Burada görmüş olduğumuz mezar taşları o dönemi simgeliyor. Arkeologlar buradaki kazı çalışmalarını yürütürken her döneme rastlıyor. Antik döneme ulaşmak için başlanan kazıda öncelikle Osmanlı dönemini ifade eden buluntulara rastlanıyor. Burada Roma dönemine ait eserlerin yanına ve hatta üstüne Osmanlı döneminde bazı yapılar eklenmiş. Alanda o döneme ait mutfak kültürüne ait tandırlar, sosyal hayatı simgeleyen çok sayıda sarnıçlar ve çeşme yer alıyor. Antik döneme ait kent meclisi ile Osmanlı bakiyeleri adeta kol kola vermiş bu alanda.”